Türkiye'de işçi sınıfı, uzun zamandır alın teriyle birlikte kanıyla da üretim çarklarını döndürmeye devam ediyor. 13 Mayıs 2014'te Soma'da yaşanan ve 301 madencinin hayatını kaybettiği facia, bu karanlık tablonun en acı örneklerinden biriydi. Ancak ne yazık ki bu defter kapanmak bir yana, her geçen gün yeni bir cinayet ve adaletsizlikle dolmaya devam ediyor. Erol Eğrek'in, Çalık Holding'e bağlı Polat Madencilik'ten tazminatını alamadığı için dövülerek öldürülmesi, bu zincirin en son halkası oldu. Bu durum, işçilerin "ölerek çalışmaya" ve "öldürülerek susmaya" zorlandığı bir sistemin acımasızlığını gözler önüne seriyor.
Soma: Organize Bir Yok Sayma Mekanizması
Soma, sadece bir iş cinayeti değildi; aynı zamanda devletin ve sermayenin el ele vererek nasıl organize bir yok sayma mekanizması kurduğunun da kanıtıydı. Soruşturmaların üstü örtüldü, patronlar aklandı ve sorumlular terfi ettirildi. O günden bugüne madenlerden inşaatlara, fabrikalardan hastanelere kadar her alanda iş cinayetleri yaşanmaya devam ederken, iktidar ise sadece sayı saymakla yetindi. Devlet, işçinin yaşamını koruyacak kamusal denetim gücünü çoktan sermayeye devretmiş durumda. Artık ne denetim var ne de hesap soracak bir irade.
Türkiye'de her geçen gün büyüyen işçi sınıfı, üretimin her alanında görünürleşirken, hakları ise aynı oranda görünmezleştiriliyor. Esnek çalışma, taşeronlaştırma, Kod 29, mobbing, işten atma ve tazminatsızlık gibi uygulamalar, işçi sınıfının kaderi haline getirildi. Bu düzende ölmek, çalışmaktan daha sıradan bir olay haline geldi.
Sendikaların Rolü ve İşçi Direnişi
Devletin otoriterleşmesiyle birlikte sermaye ve kolluk arasındaki mesafe neredeyse sıfırlandı. Direniş çadırları copla dağıtılıyor, grev kararları "milli güvenlik" gerekçesiyle yasaklanıyor. Sendikalaşma hakkı ise sadece iktidara yakın sendikalara üye olanlara tanınıyor. Peki, Soma'da hangi sendika yetkiliydi? Bugün Erol Eğrek'in tazminat mücadelesinde yanında kim vardı? Sarı sendikalar, işçilerin iradesini kırmanın ve mücadeleyi içeriden sabote etmenin aracı haline geldi. Patronla aynı masada, işçiden çok patronun hakkını savunan bu yapılar, iktidarın ideolojik ve kurumsal aparatları haline gelmiş durumda.
Gerçek bir sınıf hareketinin önündeki en büyük engel, sadece şirketler ya da devlet değil; aynı zamanda işçinin alnındaki ter kurumadan onun mücadelesini satan bu sendikal düzen. Erol Eğrek'in ölümü, sadece bir iş cinayeti değil; aynı zamanda hakkını arayan bir işçinin sindirilmesidir. Bu ölüm, devletin kolluk gücüyle değil, şirketin özel güvenliğiyle değil, bu sistemin bütün kurumlarıyla birlikte işlediği bir cinayettir.
Bu ülkede işçi olmak, ya ölmek ya da ölümü göze alarak yaşamak anlamına geliyor. Ancak her cinayetin ardında biriken öfke, bir gün yeni bir direnişin toprağını çatlatabilir. Çünkü işçi sınıfı, eninde sonunda sessiz kalmayacaktır. Bu topraklarda Erol'un, Uğur'un, Ermenek'in, kayyım ve KHK rejimi ile işten atılan işçilerin, Davutpaşa'nın, Ostim'in, Şırnak kömür madenlerinin, Aladağ'ın ve daha nicelerinin hesabı sorulacaktır.
Erol Eğrek'in trajik ölümü, Türkiye'deki işçi sınıfının karşı karşıya olduğu zorlu koşulları bir kez daha gözler önüne serdi. Taşeronlaştırma, sendika baskısı ve iş güvenliği eksikliği gibi sorunlar, işçilerin hayatlarını tehdit etmeye devam ediyor. Ancak bu karanlık tabloya rağmen, işçi sınıfının direniş ruhu ve adalet arayışı devam ediyor. Unutulmamalıdır ki, her ölüm bir isyan tohumudur ve bu tohumlar bir gün mutlaka filizlenecektir.